Skip to main content

Posts

Indiana Jones'un Şapkası nasıl Hazırlanır?

Genç sanatçılar artık konvansiyonel yöntemlerle teknolojiyi birleştirme sürecinde. Bunun güzelliği, teknolojiyi kullanarak gerçekçi görünen hem de geleneksel yöntemlerle bu gerçekçiliği "hissettiren" çalışmaları görmemizde... Geçenlerde DVD'de "Kutsal Hazine Avcıları"nın yapım belgeselini seyrediyordum. Bölümün birinde, filmin kostüm tasarımcısı Deborah Nadoolman şen kahkahalarla İndie'nin kıyafetlerini nasıl tasarlayıp hazırladıklarını anlatıyordu; Deborah, ünlü pasaklı fötr şapka, deri mont kombinasyonunun eskizlerini tamamlayıp beğendirdikten sonra arayışa geçer. Aradıklarını da Paris'te şapka satan bir yerde bulur. Sonra sıra şapka ve montları filmin atmosferine uyarlamaya gelir. Deborah şapkaları yerlere atıp üstlerinde tepinir. Sandalyeye koyup üstlerine oturur. (Hatta Harrison'da bu eğlenceye katılır.) Son olarak biraz da toz toprak atarak şapkaları Indiana'nın vizyonuna uygun hale getirirler. Deborah'la yapılmış güzel bir so

İnternet Asıl Bize Yaradı

Artık tüm sorumluluk sanatçı'da. Kendini tanıtma, tanışma, iletişim kurma anlamında en fazla gayret eden, dahası bunda sürekliliği en iyi sağlayabilen kişiler daha çok ön plana çıkacak. İtalya’dan Japonya’ya dek dünyanın çeşitli yerlerinden görüştüğümüz tüm tasarımcıların ortak sözü internetin sınırları kaldırdığı ve dünyanın farklı yerlerinden tasarımcıların birbiriyle daha fazla etkileşime geçtiği yönünde. Evet bu doğru… Amenna. Ancak Avrupa, Amerika ve bir miktar da Asya’daki görsel iletişim dünyasından sanatçılar zaten dergiler yoluyla iletişim halindeydi. Novum “Gebrauchsgrafik” 1920’li yıllardan beri hem de dört dilde (Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca) Avrupa’da reklam ve grafik tasarım dünyasında bir etkileşimi sağlıyordu. IDEA , yaklaşık 30 yıldır Japonya’da yayınlanıyor ve Japon tasarımcıların dünyayla etkileşimini sağlıyor. Step by Step 80’li yıllarda tüm dünya’da grafik tasarımcıların yeni teknikleri, gelişmeleri takip ettikleri bir dergiydi. Kıs

Joker Üzerine Notlar

Joker, Harvey Dent’le hastanedeki sahnelerinde hesapsızlıktan, plansızlıktan dem vuruyordu. Joker’in kaos ve anarşiyi öven, ajitasyon ve manipülasyon yüklü konuşması Dent’i “İki Yüz” karakterine dönüştürdü.  Joker’in yüzündeki yarayla ilgili anlattığı hikayelerden biri de karısıyla ilgilidir. Bu hikaye, Batman çizgiroman serilerinden birinde (Batman – The Killing Joke) (1) geçen bir hikayedir ve burada Joker karakterinin orijini anlatılır. Joker’in bir zamanlar nasıl iyi kalpli bir adam olduğu, nasıl bir dönüşüm geçirdiği anlatılır. Albüm muhteşem; çizgiroman meraklılarına tavsiye ederim. Aslında bu ayrıntı bile başlı başına Nolan kardeşlerin senaryo aşamasında bu işe ne kadar önem verdiklerini, işlerini ciddiye aldıklarını dahası işlerini ne kadar severek yaptıklarını gösteriyor. Joker bir anarşist... Alfred’in de dediği gibi “Bazıları sadece dünyanın yanışını izlemek ister”. Ölümden korkmuyor Joker; hatta bunu istiyor bile denebilir. Peki ama neden? Cehennem Silahı’nda

Sinemayla Bu Bağımız Neden?

Zaten robotik bir hayat yaşamıyor oluşumuz, medeniyetimizin sürekli çalkantılar yaşaması, ne kadar durağanlıktan uzak, gelişmeye ve yeniliklere açık bir canlı türü olduğumuzu göstermiyor mu? Örneğin maymunlar aleminde son 50 yıl’da yaşanmış büyük bir toplumsal olaydan söz edebilir miyiz?  Sinemanın insan ve toplum yaşamı üzerinde gerçekten büyük bir etkisi var. Aynı şekilde insan ve toplumsal hayatın da sinema üzerinde. Bu aslında “yumurta ve tavuk” hikayesiyle aynı; iki açıdan da doğru. Hayatımızda yer alan iyi/kötü her şey sinema için bir malzeme. Sinema bu malzemeyi alıp bize geri izletiyor. Yani aslında biz zaten gördüğümüz/oynadığımız bir filmi tekrar izliyoruz. Kulağa pek hoş gelmiyor değil mi?  Peki o zaman neden bunu yapmaya devam ediyoruz? Neden cebimizdeki parayı filmlere yatırmaya, sinema önlerinde kuyruklarda beklemeye, bu endüstriyi doğumhane önünde çocuğumuzu bekler gibi takip etmeye devam ediyoruz? Belki de bunun cevabı sinemanın bize bir kokteyl sunması. Orta

Dizi Kuşağının Yeniden Doğuşu

Günümüzde TV dizilerinin bu kadar popüler olmasının nedeni nedir? Öyle ya bu yeni bir durum değil. TV izleyicisi yaklaşık son 30 yıldır dizilere aşina. Üstelik bunun son on senesine kadar doğru düzgün internet, DVD vb. medyalarda yoktu. Geçenlerde Empire “50 Greatest TV Shows” yani en iyi 50 dizi listesini yayınladı. Benzer listeler daha öncede farklı sinema / TV dergileri tarafından da (örneğin TV Guide) (1) yayınlamıştı. İşte listenin Top 5’i; 1 – The Simpsons (1989 – devam ediyor) 2 – Buffy The Vampire Slayer (1997 - 2003) 3 – The Sopranos (1999 - 2007) 4 – The West Wing (1999 - 2006) 5 – Lost (2004 – devam ediyor) Listenin tamamını Empire’ın web sitesinden görebilirsiniz . (2) Bugün TV dizileri hiç olmadıkları kadar popülerler. Hemen herkesin takip ettiği en az bir dizi var. Hatta izlediğimiz dizilere göre birbirimizi belli kalıp ve zevk ölçülerine yerleştiriyoruz. IT, reklam, halkla ilişkiler sektöründeyseniz ve Lost’u izlemiyorsanız bu bir günah. The Sopranos “o

Süper Kahramanlara Saygı

Burada eğlence dünyası tarafından ihmal edilmiş dev bir topluluktan söz ediyoruz. Ticari hacme sahip, önemsedikleri şeylere değer verdiğinizi gösterdiğinizde size bunun karşılığını seve seve vermeye hazır evrensel büyüklükte bir topluluktan.  Bu sene çizgi roman uyarlamalarında bir patlama yaşıyoruz ve daha yaşayacağız da. Bu durum çizgi roman tutkunları için harika bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Öyle ya eskiden yılda bir tane fantastik film olsa mest olan çizgi roman tutkunları bu sene adeta doyacaklar. Geçtiğimiz birkaç yıl da bundan farklı değildi aslında ve öyle görünüyor ki çizgi roman uyarlamalarının beyazperde serüveninde pek çok engel aşılmış görünüyor. Eskiden -kabaca 90’ların sonlarına dek diyelim- bu sadece hayaldi. Hayaldi derken, evet bu tarihe dek yine pek çok çizgi roman uyarlaması hikaye/kahraman beyazperdeye uyarlanmıştı ancak sonuçlar tam bir felaketti. Bunun temelde iki nedeni vardı; 1-Teknik yetersizlikler (özellikle de görsel efekt teknolojisinin ye

Sevgili Yönetmen, Mektubuma Başlarken…

Düşünsenize bugün acaba kaç yönetmen bu durumu yaşıyor? Yani acaba Zeki Demirkubuz, Spielberg, Kim Ki-Duk kaç izleyicisinden tenkit ya da takdir mektubu alıyor?  Aslında daha da önemlisi acaba bugün kaç izleyicinin aklına izlediği filmle ilgili görüş, eleştiri, takdirlerini bir mektup vb ile filmin yönetmenine yollamak geliyor? Size, izleyicileri tarafından Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye Ayna (Zerkalo – 1975) filmi için gönderilen mektuplardan bazılarını sunacağım. Sizin de okuyacağınız üzere bu mektuplardan bazıları oldukça güzel, takdir dolu, bazıları ise öfke ve eleştiri dolu; Leningrad’dan inşaat mühendisi bir bayan izleyici: “Filminiz Ayna’yı izledim. Hem de sonuna kadar. Oysa biraz olsun bir şeyler anlayabilmek, filmdeki kişileri, olayları, anıları bir şekilde birbirine bağlayabilmek için samimiyetle kendimi zorlamaktan daha ilk yarım saatte başıma ağrılar girmişti. Biz zavallı seyirciler iyi, kötü hatta genelde çok kötü filmler izleriz; bazen vasat da olabilirler, b