Skip to main content

Posts

Grip Savaşından Sıcak Haberler

Grip savaşından sıcak haberlerle tekrar karşınızdayız. Ne yazık ki haberler pek iç açıcı değil. Dün akşam vücudumuza bakteriler tarafından başlatılan hain saldırı sürüyor. Az önce aldığımız bir habere göre, ortakulak düşman tarafından ele geçirilmiş durumda. Durum şu an hiç de açıcı değil ne yazık ki. Az önce ortakulağın koridordlarında verdiğimiz kahramanca mücadeleyi kaybettik. Pek çok cesur antikor, bu direnişte yaşamını yitirdi. Dün akşama dönecek olursak, hain mikrop birlikleri tarafından kulağımıza yönelik başlatılan ani ve habersiz saldırıda, bir süre sonra sağ yanağımıza, çene ve diş etlerimize de yönelerek korkunç bir istilaya dönüştü. Sonunda yüzümüzün sağ kısmını ele geçirdiler. Acı dayanılır gibi değil. Ağrı tüm benliğimizi sarmış durumda. Yurtta genel alarm ilan edildi. Sokağa çıkma yasağı dün akşam 21.00’dan itibaren başladı. Bakterilerin fırtına birlikleri adlarına yakışır şekilde hareket ederek sabah dek tüm savunma noktalarımızı biiiir bir ele geçiridiler. Yardı

Artık Sebebini Biliyorum

Bazen tıkanıp kalıyordu öyle garibim. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Öööyle kalakalıyordu. Oturuyor, bir yere yaslanıyor geçmesini bekliyordu. Vardı bir sebebi ama bilemiyordu işte. Doktora da gitti garibim ama birşey çıkmadı işte. "Pisikolojik" dediler. Adı da garip bu arada garibimin; "Bent" "Ula Bent de ne?" diye sormuşu Karadenizli komşusu Vedat ilk tanıştıklarında. Vedat marangoz. Uzun burunlu, buğday saçlı, kirpiklerinde her daim sarı talaş tozu (yoksa kirpikleri de mi sarı orasını hiçbirzaman anlayamadı) ama kaşları siyah! Bent deresi varmış köylerinde bir zamanlar. Sonra kurutmuşlar orayı, ilkokul inşa etmişler. İki kez sel yıkmış binayı, ilkinde dört ikincisinde üç yavruyu kaybedince aklı başına gelmiş halkın. Üç katlı ortaokul inşa etmişler onun yerine. Daha sağlam olur diye. Yalnız şu var; hakikaten sel yıkamamış bir daha o binayı. Annesi de yağmurlu bir günde oradan geçerken sel gelmiş yine. Heyecandan sancısı tutmuş kadının. Herkes kaçışı

Yok Daha Neler!

İş, ikili ilişkilerle yürürmüş. Aramak gerekiyormuş. Yüzyüze konuşma imkanı varsa telefonda konuşmamak, telefonla konuşma imkanı varsa maille falan yazışmamak gerekiyormuş. Telefonda gülümseyerek konuştuğunda, karşıdaki seni göremese bile bunu anlayabiliyormuş. Bu da kurulan iletişimin çok daha güzel ve başarılı geçmesini sağlıyormuş. Karşımızdakini dinlerken "ekstra" bir dikkatle dinlemek, bazı detayları daha hızlı ve iyi anlamamızı sağlıyormuş. Dahası, karşımızdaki kişi de bizim bu dikkatimizi, gösterdiğimiz özeni farkediyormuş. Böylece insanların saygısını kazanıyormuşuz. Başarılı ve kaliteli insanlarla tanışmak, arkadaşlık kurmak önemliymiş. Bu ilişkiler hem özel hayatımız hem de iş hayatımızda daha başarılı ve huzurlu olmamızı sağlıyormuş. Konuşurken karşımızdakinin gözlerinin içine bakarak konuşmak çok önemliymiş. Bu başta insana biraz zor gelse de kısa sürede kazanılabilen bir alışkanlıkmış. Meğer düşünceler ve huylar bitkiler gibiymiş. Sulayıp besledikçe büyür

Bir Zamanlar Genciken

Başka bir yaşam vardı ben küçükken... Anadolu'da geçen çok farklı bir yaşam. Sonradan TV'yle değişen bir yaşam. Yolda sincap görür, durur iki çift laflardık mesela, sonra herkes yoluna giderdi. Öyleydi ilişkiler. En son ne zaman sincap gördüğümü hatırlamıyorum şimdi. Eskiden insanlarla koyunlar konuşabiliyordu. Birbirlerine dertlerini anlatıp hasbihal ederlerdi. Yünleri de daha parlak ve güzel oluyordu. Niye? Çünkü huzurluydu hayvanlar. Konuşunca rahatlıyorlardı. Tavuklar mesela acayip espriliydi... O gün keyifleri yerindeyse, mesela yaptığın bir espriye gülmüşlerse sana sürpriz yumurta verirlerdi keratalar. Kırardın yumurtayı, bir bakardın içinde daha ufak bir yumurta daha... Onu da kır daha da ufağı. Hepsi de kabuklu bu arada. Bildiğin Matruşka yumurtası gibi yani. Gülmekten devrilirdi hayvanlar... Ben geçerken bazen ağaç enseme vururdu dallarıyla. Sonra da öylece dururdu "Valla ben yapmadım" gibisinden. Sinir olurdum, yakalayamazdım bir türlü suçüstü. Yaşı da b

Bu Sıcaklar ve Benim Emektar Ford

Günlerden cumartesi. Vakit öğleden sonra ve sıcaklık herhalde cehennemden bir iki derece düşük. Yanımda Gülnur, arabamla çevre yolundan Eyüp'e gidiyoruz. Klima küfül küfül esiyor, müzik dinliyor muhabbet ediyoruz. Sonra klima duruyor önce. Ne olduğunu anlamaya çalışırken akü uyarı işareti çıkıyor ekranda. Bir yandan araç kullanıyor bir yandan da sorunu anlayıp çözmeye çalışıyorum. Klima durunca, camlarda kapalı olduğundan içerisi ekmek fırınına dönüyor tabi. Gülnur camları açıyor, ben hala sorunu anlamaya çalışıyorum. Sonra hidrolik direksiyon gidiyor. Bir an, eski bir Ford kamyonunda oturmuş, o kazık gibi direksiyonu kontrol etmeye çalışan geçmiş zaman kamyon şöförleri geliyor aklıma. (Bu arada arabam da Ford). Hidrolik olmayan bir direksiyonun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlıyorum ve hız kesiyorum. Zor bela Eyüp'e ulaşıyorum ve Eyüp Sultan'ın hemen yanındaki büyük, açık otopark'a giriyorum. İşte tam bu noktada, şu muhteşem hayatımın en kabus günlerinden bir

Üniversite Tanıtım Günleri

Pekçok üniversitede olduğu gibi bizde de Tanıtım Günleri başladı. Üniversite tanıtım günleri, üniversite tercihi yapacak öğrenciler için çok önemli. Çünkü bu günlerde girmeyi istedikleri okulları tek tek dolaşıp, bölümler, fakülteler, okulun imkanları hakkında bilgi alabiliyorlar. Velileri için de çok önemli çünkü onlarda çocuklarının nerelerde okuyabileceğini görüyorlar. Ayrıca okul ücretleri hakkında, yurtlar ,  ödeme kolaylıkları hakkında yetkililerden bilgi alıyorlar. Peki İstanbul Kültür Üniversitesi'nde biz ne yapıyoruz? Öncelikle " Öğrenci Adayları " sayfamızı baştan aşağıya yeniledik. Sevimli, kıpır kıpır, cillop gibi yeni bir sayfa hazırladı Bilgi İşlem. Ardından Kurumsal İletişim önderliğinde içeriği güzelce dolduruldu (ya da yenilenip güncellendi). Bu işin önemli kısımlarından biri online medya çünkü gençler artık en çok web'i takip ediyor, bilgileri de oradan alıyor... ya da alamıyor. Yani yeterince iyi bir web sayfanız yoksa bilgi falan alamıyorla

YKM'de Alışveriş Macerası

Geçenlerde Gülnur'la İstanbul Cevahir'deki YKM'den alışveriş yaptık. Biraz uzun sürdü açıkcası. Gezdik, dolaştık (zaten bayanlar gezmek için yaratılmışlar. Onlar, erkeklerde olmayan "dolaşma" genine sahipler). Hal böyle olunca yorulduk tabi. Yine de istediğimiz gibi bir alışveriş oldu sonuçta. Neyse, kasaya geldik ki acayip bir sıra. Kasadaki kasiyer kız da (ismini vermeyeyim şimdi) yorgunluktan bunalmış, yüzü düşmüş halde (yok muydu bir yardımcı bilemiyorum şimdi) hizmet vermek için "çabalıyordu". Ha, bir de kasalardan biri arızalıydı sanırım, o yüzden üç değil iki kasadan fatura kesilebiliyordu, yani ne alakası var derseniz bilmiyorum işte olanı anlatıyorum. Ne diyordum, hah "çabalıyordu" diyordum. Tabi o haldeki biri müşterilere nasıl düzgün hizmet verebilirse o kadar işte. Kızımız, aldığımız kravatları dürerek çantaya tıkıştırmaya kalkınca Gülnur "Onları bir kutuya koyamaz mısınız?" dedi. Bizim için maraton koşamaz mısınız? di