Skip to main content

Posts

Gambol: You're crazy. Joker: I'm not.

Böyle diyordu filmde Joker; "Hayır, deli değilim". Başkaları aksini düşünse de o gerçekte deli olmadığını düşünüyordu. Hesapçı, kurnaz, belki bir iki tahtası eksik... ama delirmiş? Hayır. Aptallıkla çılgınlık arasındaki ince çizginin farkındaydı Joker karakteri. Peki, biz gerçek hayatta herşeyin ne kadar farkındayız? Yani, düşündüğümüz, istediğimiz şeylerle bize söylenen, yakıştırılan şeyler birbirleriyle ne kadar uyumlu? Biri size örneğin "sabırsız" olduğunuzu söyleyebilir. Peki bu doğru mu? Önemli olan sizin ne düşündüğünüz. Ya da gerçekten öyle mi acaba? Yani biri yine sizin beş para etmez olduğunuzu ya da bir dahi olduğunuzu hatta tanrı (tamam haşa) olduğunuzu bile söyleyebilir. Başkalarının söyledikleri elbette önemli. Çünkü bazen potansiyelimizi bilemeyiz. Çünkü bunun için kendimize biraz fazla "yakınız". Dışarıdan bir göz bunu bizden daha iyi görebilir. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur derler. Öyle mi acaba? O zaman insan değişmez demek ...

Düştüm Bir Örümceğin Ağına

Altın Örümcek web ödülleri Doruk Net'in bir projesi olarak başladı ve bilinirlikleri örümcek ağı gibi 8 yıl içinde yavaş yavaş yayıldı sektöre. Bu ödül hem site sahipleri için önemli hem de onu yapan tasarımcı/reklamcı/ajanslar için. Yani herkes nasipleniyor bu işten. Örümceğin özellikle kreatif taraftaki insanlar tarafından sahiplenilmesi ilginç. Yaptıkları bir işin Altın Örümcek kazanması, olimpiyatlarda madalya kazanmak kadar gurur verici onlar için. Yani edindiğim izlenim öyle düşündükleri yönünde. Tabi sonuçta ödülün iyisi kötüsü olmaz. Harcanan zaman, enerji ve emeğin karşılığında alınan her ödül kıymetli. Hele böyle ulusal çapta bir ödül daha da koltuk kabartıcı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ödül töreni Kuruçeşme Arena'da düzenlendi. Peki kim ne kazandı? Öncelikle en iyi web sitesi ödülünü IGOA ekibinin hazırladığı  Vob Nedir?  kazandı. Daha oylama sürecindeyken birşeyler kazanacağı belliydi. Çünkü iyi ve orijinal fikirlerle hazırlanmış bir site. İyi iş hemen ...

Grip Savaşından Sıcak Haberler

Grip savaşından sıcak haberlerle tekrar karşınızdayız. Ne yazık ki haberler pek iç açıcı değil. Dün akşam vücudumuza bakteriler tarafından başlatılan hain saldırı sürüyor. Az önce aldığımız bir habere göre, ortakulak düşman tarafından ele geçirilmiş durumda. Durum şu an hiç de açıcı değil ne yazık ki. Az önce ortakulağın koridordlarında verdiğimiz kahramanca mücadeleyi kaybettik. Pek çok cesur antikor, bu direnişte yaşamını yitirdi. Dün akşama dönecek olursak, hain mikrop birlikleri tarafından kulağımıza yönelik başlatılan ani ve habersiz saldırıda, bir süre sonra sağ yanağımıza, çene ve diş etlerimize de yönelerek korkunç bir istilaya dönüştü. Sonunda yüzümüzün sağ kısmını ele geçirdiler. Acı dayanılır gibi değil. Ağrı tüm benliğimizi sarmış durumda. Yurtta genel alarm ilan edildi. Sokağa çıkma yasağı dün akşam 21.00’dan itibaren başladı. Bakterilerin fırtına birlikleri adlarına yakışır şekilde hareket ederek sabah dek tüm savunma noktalarımızı biiiir bir ele geçiridiler. Y...

Artık Sebebini Biliyorum

Bazen tıkanıp kalıyordu öyle garibim. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Öööyle kalakalıyordu. Oturuyor, bir yere yaslanıyor geçmesini bekliyordu. Vardı bir sebebi ama bilemiyordu işte. Doktora da gitti garibim ama birşey çıkmadı işte. "Pisikolojik" dediler. Adı da garip bu arada garibimin; "Bent" "Ula Bent de ne?" diye sormuşu Karadenizli komşusu Vedat ilk tanıştıklarında. Vedat marangoz. Uzun burunlu, buğday saçlı, kirpiklerinde her daim sarı talaş tozu (yoksa kirpikleri de mi sarı orasını hiçbirzaman anlayamadı) ama kaşları siyah! Bent deresi varmış köylerinde bir zamanlar. Sonra kurutmuşlar orayı, ilkokul inşa etmişler. İki kez sel yıkmış binayı, ilkinde dört ikincisinde üç yavruyu kaybedince aklı başına gelmiş halkın. Üç katlı ortaokul inşa etmişler onun yerine. Daha sağlam olur diye. Yalnız şu var; hakikaten sel yıkamamış bir daha o binayı. Annesi de yağmurlu bir günde oradan geçerken sel gelmiş yine. Heyecandan sancısı tutmuş kadının. Herkes kaçışı...

Yok Daha Neler!

İş, ikili ilişkilerle yürürmüş. Aramak gerekiyormuş. Yüzyüze konuşma imkanı varsa telefonda konuşmamak, telefonla konuşma imkanı varsa maille falan yazışmamak gerekiyormuş. Telefonda gülümseyerek konuştuğunda, karşıdaki seni göremese bile bunu anlayabiliyormuş. Bu da kurulan iletişimin çok daha güzel ve başarılı geçmesini sağlıyormuş. Karşımızdakini dinlerken "ekstra" bir dikkatle dinlemek, bazı detayları daha hızlı ve iyi anlamamızı sağlıyormuş. Dahası, karşımızdaki kişi de bizim bu dikkatimizi, gösterdiğimiz özeni farkediyormuş. Böylece insanların saygısını kazanıyormuşuz. Başarılı ve kaliteli insanlarla tanışmak, arkadaşlık kurmak önemliymiş. Bu ilişkiler hem özel hayatımız hem de iş hayatımızda daha başarılı ve huzurlu olmamızı sağlıyormuş. Konuşurken karşımızdakinin gözlerinin içine bakarak konuşmak çok önemliymiş. Bu başta insana biraz zor gelse de kısa sürede kazanılabilen bir alışkanlıkmış. Meğer düşünceler ve huylar bitkiler gibiymiş. Sulayıp besledikçe büyür...

Bir Zamanlar Genciken

Başka bir yaşam vardı ben küçükken... Anadolu'da geçen çok farklı bir yaşam. Sonradan TV'yle değişen bir yaşam. Yolda sincap görür, durur iki çift laflardık mesela, sonra herkes yoluna giderdi. Öyleydi ilişkiler. En son ne zaman sincap gördüğümü hatırlamıyorum şimdi. Eskiden insanlarla koyunlar konuşabiliyordu. Birbirlerine dertlerini anlatıp hasbihal ederlerdi. Yünleri de daha parlak ve güzel oluyordu. Niye? Çünkü huzurluydu hayvanlar. Konuşunca rahatlıyorlardı. Tavuklar mesela acayip espriliydi... O gün keyifleri yerindeyse, mesela yaptığın bir espriye gülmüşlerse sana sürpriz yumurta verirlerdi keratalar. Kırardın yumurtayı, bir bakardın içinde daha ufak bir yumurta daha... Onu da kır daha da ufağı. Hepsi de kabuklu bu arada. Bildiğin Matruşka yumurtası gibi yani. Gülmekten devrilirdi hayvanlar... Ben geçerken bazen ağaç enseme vururdu dallarıyla. Sonra da öylece dururdu "Valla ben yapmadım" gibisinden. Sinir olurdum, yakalayamazdım bir türlü suçüstü. Yaşı da b...

Bu Sıcaklar ve Benim Emektar Ford

Günlerden cumartesi. Vakit öğleden sonra ve sıcaklık herhalde cehennemden bir iki derece düşük. Yanımda Gülnur, arabamla çevre yolundan Eyüp'e gidiyoruz. Klima küfül küfül esiyor, müzik dinliyor muhabbet ediyoruz. Sonra klima duruyor önce. Ne olduğunu anlamaya çalışırken akü uyarı işareti çıkıyor ekranda. Bir yandan araç kullanıyor bir yandan da sorunu anlayıp çözmeye çalışıyorum. Klima durunca, camlarda kapalı olduğundan içerisi ekmek fırınına dönüyor tabi. Gülnur camları açıyor, ben hala sorunu anlamaya çalışıyorum. Sonra hidrolik direksiyon gidiyor. Bir an, eski bir Ford kamyonunda oturmuş, o kazık gibi direksiyonu kontrol etmeye çalışan geçmiş zaman kamyon şöförleri geliyor aklıma. (Bu arada arabam da Ford). Hidrolik olmayan bir direksiyonun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlıyorum ve hız kesiyorum. Zor bela Eyüp'e ulaşıyorum ve Eyüp Sultan'ın hemen yanındaki büyük, açık otopark'a giriyorum. İşte tam bu noktada, şu muhteşem hayatımın en kabus günlerinden bir...