Benim Kapıcım İşini Bilir
Nezih o sabah oldukça öfkeliydi. Aslında sinirlenip kendisini öfkelendiren kişi yine kendisiydi. Apartman girişindeki masasında oturmuş faturalara bakıyordu. Kredi kartlarının ekstreleri, su, elektrik faturaları hepsi de önünde duruyordu.
Elektrik faturasına şöyle bir bakan Nezih öfkeyle masanın üstüne çarptı kağıdı. Her seferinde son ödeme günlerini geçiriyordu bunların. Her seferinde kendi kendine unutmayacağını söylüyor ancak yine de unutuyordu. Bazen birini, ikisini ödüyor ancak kalanları yine de unutuveriyordu.
Aysel kim bilir kaç defa kendisine bunlara otomatik ödeme talimatı vermesini söylemişti ama her seferinde bundan kaçınmıştı işte. Aslında Nezihin düşündüğü şey, faturalarda bir yanlışlık olup kendilerinden fazlaca para çekileceğiydi –ki bugüne dek böyle bir şey hiç olmamıştı- ama yine de bu konuda böyle tuhaf bir düşünceye saplanıp kalmıştı. Bu yüzden, her ay faturayı görüp, inceleyip normal olduğuna karar vererek elden ödemenin, bir tuhaflık varsa da o zaman arayıp durumu araştırmanın en mantıklısı olduğuna inanıyordu.
Tabi bu durumda faturaların ödeme tarihlerini de böyle unutuveriyordu işte. Unutunca da faturayı her seferinde cezalı ödemek zorunda kalıyordu. Bu durumdan Aysel’i haberdar etmiyordu tabi… Allah korusun! Onun diline düşmektense fazla ceza ödemek daha makul bir cezaydı. Yani bu güne dek…
Nezih çenesini eline dayayıp kara kara düşünmeye başladı. Geçen ay kredi kartını ödemeyi unutmuştu. Ödediğini sanıyordu aslında. Ancak sonradan düşünüp, banka dekontunu da gidip bulunca, o yatırdığı şeyin başka bir fatura olduğunu görüvermişti. Gecikmeden dolayı borcun neredeyse yarısı kadar bir ceza ödemek zorundaydı. İşin kötü yanı bu ay kızın de bir sürü masrafı olmuştu. Yeni ayakkabı, elbise vs. almışlardı. Bir de bozulan fırın için tamirci çağırmışlardı. Böylece ayın daha ortasına gelmeden hesaplar karışmıştı işte.
“Para bulmam lazım” diye içinden geçirdi Nezih. “Yoksa bu ay, ay sonunu getiremeyeceğim”. 350 TL lazımdı. Kredi kartının aylık borcu ve gecikmeden dolayı cezayı ödeyebilmek için tam 350 TL. Peki nereden bulacaktı bu parayı? Orhan usta’dan isteyebilirdi. Aykut’tan ya da Recep’ten de isteyebilirdi ama Orhan usta daha yakındı ona.
Keyifsizce bir sigara yaktı. Oldum olası kimseden borç almaktan hoşlanmamıştı, hala da hoşlanmıyordu. O zaman ne yapacaktı? Kapıcı parası dediğin zaten asgari ücretti ve bunu dikkatle harcamazsa ya da kendi durumunda olduğu gibi faturalarını zamanında ödemeyi hıyar gibi unutursa faizler, cezalarla böyle kalırdı insan. İçinden kendi kendine olmadık küfürler edip durdu bir süre. Sonra kalkıp dışarı çıktı. İşte Orhan usta simitçi arabasının başındaydı.
Uzaktan baktı bir süre. Emekli bir simitçi kendisine yardım edebilir miydi ki? Ya onda da yoksa ne yapacaktı? “Nezih! Buraya bak hele!” Ayakları tam isteksiz bir şekilde simit arabasına doğru yönlenmişti ki arkasındaki sesle durdu. Tesisatçı Hilmi bina kapısının girişinde durmuş kendisine sırıtıyordu. Göbeği küçük bir dağ gibi yirmi santim önündeydi. Bir elinde iş çantası, binaya girmeye hazırlanıyordu.
“Hayırdır Hilmi usta? Nasılsın?” Hilmi ustanın tombul ama nasırlı elini sıktı. Hilmi usta her zamanki gibi küçük gözlerini kısıp neşeyle sırıttı. “Bir dairenin tesisat sorunu varmış galiba. Buradan aradılar. Ona bakmaya geldim. Sen de gel istersen.”
O an herhangi bir işi yoktu Nezihin. “Neden olmasın?” diye düşündü. Biraz kafasını dağıtırdı hem. Birlikte asansöre bindiler. “Hangi daire?”
Hilmi usta boştaki eliyle kir içindeki gömleğinin cebine uzandı. Bir kağıt çıkarıp baktı. “Erkan Danışmanlık. 3. kat”. Nezih onları tanıyordu. Sessiz, sakin, aidatını zamanında ödeyen bir firmaydı. İçeride 5 ya da 6 kişi çalışıyordu. Ne iş yaptıklarını tam anlamasa da oldukça kibar insanlar olduğunu biliyordu.
“Vay bee!” Tesisat ustası Hilmi ter içinde duvardaki borulara bakıyordu. Küçük odacığın duvarını kırması bayağı bir zamanını almıştı. Uzun zamandır böyle kalın duvarlı bir bina görmemişti. Su borularıyla karşılaşınca daha da şaşırmıştı çünkü şimdiye dek gördüğü en eski su tesisatına bakıyordu. Nezih hemen arkasında odacığın kapısında çömelmiş bakıyordu.
“Kaç yıllık bu bina usta?”
Nezih bir düşündü. 63’te yapılmıştı bina. Yani en azından aşağıdaki demir kapısının hemen üzerindeki pirinç levhada öyle yazıyordu. “40 – 50” filan var” dedi. Hilmi usta ıslıkla hayretini gösterdi.
Aslında şaşırmakta haklıydı çünkü bu kadar eski tesisata pek rastlanmıyordu, bir de hiçbir bina artık bu kadar kalın duvarlı yapılmıyordu. Artık duvarlar kağıt gibi inceydi. Nezih, bir zamanlar birisinin dediği “yan dairede osursalar duyuluyor” lafını hatırlayıp gülümsedi. Evet, artık böyle binalar yapılmıyor. Tabi duvarların bu kadar kalın oluşu, tesisat sorunları yaşandığında problem oluyordu. Çünkü kırması hiç de kolay olmuyordu.
Hilmi ustanın kel kafasının arkasından ter damlaları aşağı süzülüyordu. Sırtının ortası da ıslanmıştı. Adam iri çekicini gürültüyle yere bırakıp geri döndü ve küçük odadan çıktı. Duvarın diğer tarafına, yan taraftaki banyoya göz atmaya gitti.
Adamlar, geçen hafta banyodaki musluk ve tuvaletin suyunun ip kadar ince aktığını görünce suların kesildiğini düşünmüşlerdi. Ancak mutfaklarında ve dairedeki bir diğer banyoda sular gürül gürül akıyordu. Gerçekten de her yerde sular gayet iyi akarken banyoda çok az akıyordu. Hilmi ustanın ilk tahmini tesisat’ta bir sızıntı olduğuydu. Banyoya tesisat bu odadaki duvardan geçiyordu ama sızıntı görünmüyordu. Bu kötüydü çünkü bu durumda duvarın birçok yerini kırarak su borularına bakmaları gerekiyordu.
Firma sahibi Mithat bey arkalarında durmuş duvara bakıyordu. “Eee? Ne yapmak gerekiyor” diye sordu.
Hilmi usta suvara şöyle bir baktı. “Vallahi, sızıntı görünmüyor. Bu yüzden kırıp bakmak lazım. Bulana dek kırmak gerekiyor kısacası”.
“Peki kaça patlar bize?”
Hilmi usta banyoya yürüdü. Nezihle Mithat beyden arkasından gittiler. Kafasını uzatıp bir de orayı gözden geçirdi.
“Vallahi 500 liraya patlar size. İş bittikten sonra da bir sıvacı ustası bulup tekrar duvarları sıvatacaksınız. Tabi bir de tekrar boyanacak. Hepsi 700 civarı tutar. Benim sıvacım da boyacım da var. Hepsini isterseniz hallederim” Mithat bey bir ıslık çaldı. Bu kadarını Nezih de beklemiyordu.
“Çokmuş yahu! Daha ucuza çıkmaz mı bu iş?”
Başını olumsuz şekilde salladı Hilmi usta. “Daha ucuza olmaz beyim.” Mithat bey başını eğip bir süre düşündü. “Tamam, ben size haber vereyim” dedi. Hilmi usta çantasını topladı. Nezih Hilmi ustayı beklerken Mithat bey Hilmi ustaya geldiği için bir miktar para ödedi. Sonra ikisi daireden çıkıp aşağı indiler. Az sonra da Hilmi usta Nezihe selam verip dükkanına doğru sallana sallana yürüyüp gitti.
Nezih, dışarıda Orhan ustayı görünce, günlük koşturmacada unuttuğu kart borcunu hatırlayıverdi ve yine canı sıkıldı. 350 TL… Canı sıkkın, binanın dış kapısı önüne çektiği eski sandalyesine oturup geleni geçeni izlemeye başladı. Az sonra binadan biri çıktı. bu Mithat bey’di. Elinde evrak çantası, sırtında ceketi vardı. Muhtemelen bir toplantıay gidiyordu. Yanından geçerken eliyle hafifçe Nezihe selam verdi. Nezih de karşılık verdi. Tam az ilerideki ana caddeye bir taksi çevirmek için yürümeye başlamıştı ki birden geri dönüp Nezihe baktı. “Şu ustayı çağırsak iyi olacak sanırım Nezih. 700’e patlayacak ama ne yapalım?” dedi. Durmamışı ama adımlarını yavaşlatarak keyifsizce kunuşmuştu. Gittikçe uzaklaşırken Nezih seslendi; “Tamam Mithat bey. Ben konuşup çağırırım Hilmi ustayı”. Mithat bey bu kez geri dönmeden “tamam” gibisinden elini tekrar salladı.
Adam taksiye binerken Nezihin aklına tekrar Mithat bey’in ıslık çalışı geldi. 700 lirayı çok bulup ıslık çalmıştı adam. Ne kadar komikti. Kimi 350 lira için kimi de 700 lira için endişe ediyordu. Herkesin endişesi kendine göreydi işte.
Şimdi Hilmi ustayı çağırması gerekiyordu. Telefonunu çıkardı. “H” harfine basıp kayıtlı telefonları listeledi. Birden telefon rehberindeki bir isim dikkatini çekti. Kuzeni Hasan. Şimdi telefon numarısını görünce hatırladı; uzun süredir görüşmemişti onunla. Hasan inşaatlarda ustalık yapıyordu. Tabi kış haricinde işleri yoğun oluyordu adamın, nede olsa inşaat işi uzun ve karmaşık işti.
Kafasında bir kıvılcım yanıverdi birden. Hasan inşaat işinde birçok insanla birlikte çalışıyordu. Demirci, sıvacı, duvar ustaları, tesisatçılar. Tesisatçılar… Telefonun ekranına bakar halde kalakaldı...
Olabilir miydi? Hasanın tanıdıkları belki Mithat beyin işini daha ucuza halledebilirlerdi. İyi de bundan kendisine neydi? Neden bu işi üzerine alacaktı ki? İçinden bir ses cevap verdi; “Bu işi daha ucuza yaparsan…” Eee? “Mithat beyden 700’ü alıp, bu işi 700’ün altına kotatırsan…” Eee? E’si buydu işte. Kalan para kendisinin olurdu.
Birden kalbi heyecanla tıpırdamaya başladı. Numarayı çevirdi.
Bir iki kez çaldıktan sonra telefon açıldı. Arkadan korkunç gürültüler geliyordu. Makinelerin, insanların ve daha kimbilir nelerin karışık gürültüleri, gıcırtıları. Hasan bağırarak cevap verdi; “Vaay kuzen? Ne var ne yok?”
“Sağol Hasan. Senden ne haber kuzen? İşler yoğun galiba.”
“Sorma. Aynı koşturmaca işte. Hayrola Nezih?”
“Sana bir şey soracaktım. Bizim binadaki kiracılardan birinin tesisat işi varda. Bana bu konuda önerebileceğin uygun fiyatlı biri var mı?”
“Nasıl bir şey, anlat bana.” Nezih olayı, Hilmi ustanın anlattığı şekilde anlattı Hasana. Tabi Hilmi ustanın verdiği ücreti söylemedi. Bunu sadece mal sahibi biliyor şeklinde konuştu.
“Bana tıkalı boruyu bulup değiştirecek biri lazım. Sonra duvara tekrar sıva çekilecek. En sonda da duvar boyanacak.” Hasan hepsini “hıı hıı” diyerek sessizce dinledi. Sonra ben seni arayacağım deyip kapadı.
Bakalım ne çıkacak bu işten diye düşündü Nezih. Muhtemelen yakın bir fiyat çıkacaktı. Ama aklına bir fikir gelmiş ve peşinden koşmuştu en azından. Aradan yarım saat geçmişti ki telefonu çaldı. Hasandı. “Kuzen, benim bir tesisatçım var Burada; Ahmet usta. Gelip yapacak o.”
“Ne kadara yapacak?”
“Sen tanıdık olduğun için 150’ye yapıverecek. Tamam mı?” Yeniden heyecanlandığını hissetti. “Peki sıva ne olacak? Bir de boya işi var? Onları kime yaptırabilirim?”
“Sıvayı da o yapacak merak etme. Ama senin adama söyle, ustaya biraz çimento, biraz da kum alırsınız. Boyayı da sen yaparsın olur biter. Boya dediğin ne ki? Boyacıya vereceği parayı sana verir işte. Olur mu?” Olur mu? Bu soru kafasında çınlıyordu. Müthiş olurdu hem de. “Tamam. Ben kiracıyla konuşup sana döneyim”
Nezih şöyle bir düşündü. 150’ye tesisat ve sıvayı hallediyordu. Biraz çimento ve kum da 50 tutsa etti 200. beş kiloluk boya yeterdi herhalde. O da hadi 100 tutsun. Bu işi 300’e malediyordu. Geriye 400 lira artıyordu. Bu harikaydı işte. Nezih az sonra Mithat beyi arayıp ustayı ayarladığını söyledi. Ahmet ustanın telefonunu kuzeninden alıp onu da ertesi günün sabahına çağırdı.
Ertesi günün sabahı Ahmet usta gelip işe koyulmuştu, Nezih de apartmanın günlük işlerine… Öğlene doğru apartman girişinde, masasında oturmuş günün gazetesini okurken asansör aşağı indi. Asansörden çıkan, elinde kir ve pastan rengi ve şekli bozuk bir boru parçası tutan Ahmet ustaydı. Adam elindeki boruyu Nezihin önüne bıraktı.
“Demek buldun ha!” Boru parçasından hala sular damlıyordu. Borunun tam orta kısmı, yani adamın eliyle tuttuğu yer içe bükülmüştü. Borunun içi pasla tamamen tıkanmıştı. Nezih boruyu eline alınca ağırlığına biran şaşırdı. Yine de biraz zorlasa boruyu ikiye kırabileceğini hissetti.
“Bu boru artık toprağa karşımaya başlamış bile.” diye sırıttı Ahmet usta.
“Etrafı daha fazla kirletmeden bunu yok et. Sence kaç yıldır orada?” Nezih boruyu gürültüyle masaya attı. Adam boruyu alıp malzeme çantasına attı. “Sen söyle. Bu bina kaç yıllık?”
Nezih şöyle bir düşündü. Binanın büyük dış kapısı üzerinde, çoğu eski binada olan tarih tabelasından yoktu. Ama bildiği kadarıyla yüzyılın başlarında inşa edilen, Ermenilerin oturduğu ilk binalardandı burası. “Yüzyıllık vardır.”
“Belli”. Adam sırıtıp dışarı çıktı. Bir saat kadar sonra elinde PVC bir boru, plastik bir torbada biraz çimento, ufak bir çuvalda da ince elenmiş, sıvaya uygun bir miktar kumla geri geldi. Gün bitmeden Boruyu yerine takıp, duvarı sıvamıştı. Tuvaletin suları olması gerektiği gibi akıyordu sonunda. Böylece ertesi gün öğleden sonra işin önemli kısmı tamamdı. Gerçi çimento ve kum 65 lira tutmuştu ki bu hesap ettiğinden 15 lira fazlaydı. Ama yine de hala karlı sayılırdı. Nezih cebinden 150 lira verip ustayı uğurlarken cep telefonunu kaydetmeyi de unutmadı. Kim bilir birlikte daha çok işler yapabilirlerdi.
Ertesi gün Mithat bey’e boya işini kendisinin halledeceğini söylediğinde adam bir şey söylemedi. Onun derdi işin biran önce bitmesiydi nede olsa. Nezih bir nalbura gidip durumu anlattığında 3 kiloluk bir boyanın yeterli olacağını öğrenince sevindi. Üstelik boya kendisine 35 liraya mal olmuştu ki bu hesaplarına göre 15 lira karda olması demekti.
O gün akşama doğru dairedeki çalışanlar evlerine dönerken Nezih’de duvarın boyama işini bitirmişti. Toparlanırken odanın kapısında Mithat bey durmuş onu bakıyordu. Elinde tuttuğu 50 lirayı sessizce ona uzatmıştı. Nezih bir an ne olduğunu anlayamadı. Adam çekinerek gülümsedi. “Bunu konuşmamıştık ama yeterli olur mu acaba?”
“Ne için yeterli olur mu Mithat bey?
Adam biran şaşırdı. “Boya için! Boyayı sen yapıyorsun ya! Bunu ücretsiz yaptıramam sana. Bir boyacı yapacak sanmıştım başta.” Adam haklıydı tabi ama Nezih bunu hiç düşünmemişti. “Bu yeterli mi? Boya ne kadar tuttu?”
Parayı aldı. Bir şeyler söylemeye çalıştı. “Boya 35 lira tuttu efendim. İsterseniz faturası yanımda”.
“Tabi iyi olur. Faturayı muhasebeciye verir gider gösteririz.” Nezih, boyalı elleriyle arka cebinden kırışık faturayı çıkarırken onu atmadığına şükretti. Ama şimdi başka bir sorun vardı.
“Faturayı muhasebeciye verir gider gösteririz. Diğerleri de fatura verdi mi?” İşte bunu hiç düşünmemişti. Diğer faturalar… Şimdi ne yapacaktı? Bir şeyler söylemeliydi. Bir çare bulmalıydı. Belki de durumu itiraf etmeliydi. “Tesisatçıdan almadım efendim”. Sözcükler ağzından dökülüvermişti işte.
Mithat bey gözlerini dikip ona baktı. Alnında kırışıklar belirmişti. “Faturasız olmaz biliyorsun”. Adam dönüp kendi odasına yöneldi. Olmazdı tabi. Şimdi nereden fatura kestirecekti? Üstelik 700 TL’lik fatura. Bunu Ahmet ustaya söyleyemezdi. Hadi söyledi diyelim, adam olsa olsa 150 liralık fatura keserdi, neden 700 liralık kessin ki? Her şey bitmişti işte. Birine gidip 700 liralık fatura kestirebilirdi elbette ama bunun içinde kesen adama 126 liralık vergi farkı ödemesi gerekecekti. Böylece bu işten kendisine hiçbir şey kalmıyordu. Biranda keyfi kaçmıştı.
“Bir dakika!” Mithat bey odanın kapısında elindeki kırışmış faturaya bakıyordu hala. Nezihin yüreği hop etti. “Bu sefer ne çıkacak bakalım?” diye düşündü. “Biz 700’e anlaşmıştık değil mi?”
“Evet Mithat bey”.
“Fatura kestirirsek bir de vergi ödeyeceğiz”.
Nezih bir şey söylemedi ama tabi ki öyle olacaktı.
Adam “boşver” gibisinden elini salladı. “Fatura kestirmeyelim. Zaten 700 ödeyeceğiz, bir de faturayla daha fazla ödemeyelim”. Nezih sevinç, şaşkınlık ve daha birçok duygunun karışımını hissetti içinde. Söyleyecek söz bulamıyordu. En iyisinin susmak olduğunu hissetti. Adam önce bir zarf uzattı. “Burada 700 lira var”. Ardından elini cebine atıp 35 TL çıkarıp Nezihe verdi; “Bu da senin boyanın parası”. Nezih sessizce teşekkür edip parayı ve zarfı aldı.
O gece ellerindeki, yüzündeki boyaları temizleyip yatağa girerken gün boyu yaşadıklarını düşündü. Kafasından şöyle bir hesap yaptı; her şey 265 lira tutmuştu. Tahmininden 15 lira fazlaydı bu. Bunun yanında Mithat bey ona 50 lira boya işçiliği parası vermişti. Yani 215 lira masraf yapmış ve 485 lira da para kazanmıştı. Kredi kartının borcu olan 350 lira çıkmış 135 lirada cebinde kalmıştı.
Gülümsedi. Bu işten gerçekten karlı çıkmıştı. Hem de çoook karlı çıkmıştı. Bu işi daha da geliştirmeye karar verdi. Neden olmasın ki? Bir yandan kapıcı işlerine devam eder, biryandan da bu tür ek işler yapıp para kazanabilirdi. Her ay böyle iki iş çıksa 100 bir yerden, 300 başka bir yerden derken iyi para kazanabilirdi. Nasıl olsa elinin altında uygun fiyatlı çalışan Ahmet ustası vardı.
Hilmi usta geldi aklına. İşin boya kısmını çıkardığında adamın yaklaşık 500 lira kazandığını hesap etti. Acaba Ahmet usta kendisinin 150 liraya yaptığı işten başkasının 500 lira aldığını bilse kendisine aynı fiyattan iş yapmayı sürdürür müydü? Sıkıntıyla yan döndü. Bunu bilmesi gerekmiyordu. Hem nereden bilecekti ki? Böyle olumsuz şeyler düşünmeye gerek yoktu. Şimdi kazandığı paranın tadını çıkarmalıydı. Böylece az sonra huzurlu bir uykuya daldı Nezih.
Birkaç gün sonra, İstanbul’da akşama dek bulutlu ve rüzgarlı bir hava vardı. Hem de ne rüzgar! Yağmur bir türlü yağmamış ama sert bir rüzgar akaşama dek ortalığı süpürüp durmuştu. Kadınların eteklerini uçurmuş, insanların gözlerine toz doldurup elleriyle acı içinde yüzlerini kapattırmıştı. Akşam da böyle devam etmişti.
Aysel iki kez Nezihi yemeğe çağırmış, gelmeyince sonunda sinirli bir şekilde kapının önüne çıkıp Nezihe bakmıştı. Nezih, delirmiş gibi esen rüzgara rağmen kapının önünde sandalyesinde oturuyordu. Hiç rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu. Aslında rüzgarın farkında bile değil gibiydi. Uzaklara dalmış, rüzgarın korunu parlattığı sigarasını içiyordu ağır ağır.
Aysel elleriyle başındaki eşarbı uçmasın diye tutup gözlerini kısarak Nezihe baktı; “Yemeğe gelsene Nezih! Bu rüzgarda ne yapıyordun burada?”
Nezih dalgınlığından zorlukla kurtulup yavaşça Aysel’e dönüp baktı. “Canım bir şey istemiyor. Siz yiyin, ben az sonra gelirim” dedi. Aysel bir an nezihin yüzüne baktı. Adamım canının sıkkın olduğu belliydi ama en iyisi şimdilik üstüne gitmemekti. İçeri gelince sorardı nasılsa. Kadın bir şey demeden binaya girdi. Nezih, Aysel’in kendisine nasıl baktığını fark etmişti. Bir şey sormadığı içinde çok sevinmişti açıkçası. Şu an hiç konuşmak gelmiyordu içinden. Böyle bir kadına sahip olduğu için şanslı olduğunu hissetti. Hem zaten ona ne diyebilirdi ki? Şu ek iş olayını zaten anlatmıştı. Kredi kartını bu sayede ödediğini de anlatmıştı. Aysel de buna sevinmişti tabi. Sonra? Sonrasını nasıl anlatacaktı?
Yeni bir tesisat işi çıktığını ve Ahmet ustayı aradığını… Onun arkadan gelen müzik, eğlence sesleri arasında sarhoş ama oldukça neşeli bir halde telefonu açtığını… Neler olduğunu sorduğunda da “kutlama yaptıklarını” söylediğini… Neyi kutladıklarını sorduğunda da “Altını Kutluyoruz, Altını…” cevabını nasıl anlatacaktı? Sonra kuzeni Hasan’ı arayıp olanı biteni ondan öğrenmişti.
Nereden bilebilirdi ki?
Nezih rüzgarın getirip suratına çarptığı toz toprağı fark etmeden sigarasından derin bir nefes daha çekti.
Hilmi ustanın, tamamen o an içine doğan, öylesine bir merakla kir, pas içindeki ağır tesisat borusunun içini temizlemeye başlayacağını nasıl bilebilirdi?
Adamın, borunun içinden çıkan koyu sarı renkli çubuğu görünce şaşırıp, bunu bir arkadaşına göstereceğini, arkadaşının da ona “Ulan bu altına benziyor” diyeceğini, bunun üzerine bizimkinin bir kuyumcuya gidip gerçekten borunun altın olduğunu öğreneceğini, sonra da yaklaşık 200.000 liraya altını orada satacağını da bilemezdi.
Dahası, bunu kutlamak için arkadaşlarıyla eğlenmeye çıkacağını (elbette tüm masraflar ondan), işte kendisinin da tam o sırada onu arayacağını ve bu “tuhaf” haberi alacağını da bilemezdi.
Nereden bilebilirdi ki?
Aslında sadece Nezih’in değil hiç kimsenin bilmediği acıklı bir öykü yaşanmıştı o paslı tesisat borusunun… daha doğrusu altın tesisat borusunun olduğu dairede. Bu öykü artık kimsenin tanımadığı Alen İpekçiyan adlı Rum bir işadamının öyküsüydü. Yıllar önce taa mübadele döneminde yani 1950’li yıllarda o dairede ailesiyle yaşıyordu Alen bey. Ortalık karışmaya başladığında, yani Rum ve Ermenilere yönelik saldırılar başladığında adam da doğal olarak ailesinin ve kendi canının emniyetini düşünerek geçici bir süre Yunanistan’a taşınmaya karar vermişti. Bu çok zor bir karardı onun için ama çare yoktu, çünkü canları ve malları tehlikedeydi. Böyle olunca da mecburen çok sevdikleri bu güzel ülkeyi, işini ve mallarını bırakıp aceleyle kaçmaya karar vermişlerdi. Önce ailesini yollamıştı Alen bey. Kendisi geride bıraktığı işini, mallarını bir şekilde emniyete alacak ya da her şeyi satıp nakde çevirecek ve arkalarından gelecekti.
Gerçekten de öyle yaptı adam. Ailesini yolladı. Şirketini devretti, mallarını iyi sayılabilecek fiyatlara satıp nakde çevirdi. Sonunda elinde bir tek evleri, Beyza apartmanındaki bu daire kalmıştı. Ancak çocuklarının doğduğu, karısıyla ömürlerinin geçtiği bu evi satmaya gönlü razı olmuyordu bir türlü. Üstelik bu dönemin geçici olduğunu düşünüyor, daha doğrusu buna inanmak istiyordu. Her şeye rağmen, kim ne derse desin burası onun da toprağıydı. Eninde sonunda ortalık yatışacaktı. Böylece birkaç yıl içinde tekrar geri gelebilirlerdi.
Böylece evi satmaktan vazgeçti Alen bey. Bunun yerine evi burada kalmaya karar veren bir Ermeni dostuna kiraladı. Yurtdışından kiracısını takip edebilirdi nasıl olsa. Sonra birden aklına bir şey geldi. O kadar parayla yola koyulup neden tehlikeye girsindi ki? Bunun yerine eğer parayı dairesine iyi bir şekilde saklarsa, geldiğinde her şeye yeniden başlayabilirdi. Ya da daha akıllıcası parayı altına çevirirdi. Böylece değerini kaybetmezdi. Üstelik o kadar parayı saklamaktansa onların yerine bir altın külçesi saklamak daha kolay olacaktı.
Sıcak bir sonbahar günü bomboş evde öylesine dolaşıyordu Alen. Dışarıdan gürültüler geliyordu. Silah sesleri, bağrışmalar. Ortalık gittikçe tehlikeli olmaya başlamıştı artık. Yabancılara ait dükkanların yağmalandığını, uluorta saldırılar olduğunu duyuyordu radyodan. Yakında yabancıların evlerine da saldırmaları an meselesiydi. Çocuk odasının önüne gelince durup içeri baktı. Kalorifer borusuna takıldı gözü bir an ve bir kıvılcım çaktı aklında. Olabilir miydi acaba? Gidip alet çantasını getirdi. Büyük bir çekiç alıp duvarı kırarak tesisat borusunu ortaya çıkardı. Aklındaki şey olabilirmiş gibi görünüyordu. Metreyle boruyu sağından solundan ölçüp biçti. Evet, pekala olabilirdi. Ancak düşündüğü şeyi kendisi yapmalıydı. Bu konuda kimseye güvenemezdi. Kimseye…
Böylece Alen tüm parasını sağlam bir çantaya doldurup dikkatle evden çıktı. Aracına atlayıp Sultanahmet’e, Kapalıçarşıya gitti. Kendisi gibi Rum olan kuyumcu bir ahbabının yanına gitti. Bir kahve eşliğinde birsüre sohbet edip dertleştiler. Sonra Alen çantayı çıkarıp masanın üstüne koydu ve ne istediğini söyledi. Kuyumcu Alen’e hakverdi. Çantanın içindeki paralara çıkardılar. Kuyumcu paraları saydı. Kalemini ve hesap makinesini alıp çalışmaya başladı. Bir kağıdın üzerine sayılar yazdı. Sonra Alen’e dönüp “Tamam” dedi. “Paraya karşılık gelen külçeyi bugün döker yarına da hazır ederim”.
Ertesi gün Alen kuyumcunun dükkanına gitti. Dükkanın arka tarafındaki küçük odaya geçtiler. Adam büyük bir kasayı açıp içinden lacivert renkli kadife bir örtüye sarılı, iri bir külçe altını iki eliyle çıkarıp masaya koydu.
Alen çantasıyla arabaya gidene dek ter içinde kalmıştı çünkü küçük sayılabilecek ebadına rağmen külçenin ağırlığı inanılmazdı. Eve dönmeden önce yolda bir de nalbura uğradı ve birtakım inşaat malzemeleri satın aldı.
Sonunda evine varmıştı. Elbette kuyumcuya planının tamamını anlatmamıştı. Ondan sadece yanında taşıyabileceği ve ülkeden çıkarabileceği tek parça bir altın istemişti. Şimdi işin önemli kısmını kendisi halletmek zorundaydı. Mutfağa geçti, kolları sıvadı. Gaz ocağını açıp karısının düdüklü tenceresini ocağa koydu. İçine de külçe altını bıraktı. Yaklaşık iki buçuk saat sonra altın erimiş, sarı bir yoğurt kıvamına gelmişti. Tencereyi dikkatle tutan Alen içindeki sıvı altını mermer tezgahın üzerine döktü.
Altın, düdüklü tencerenin içinde erirken ortaya hiçbir koku çıkmamıştı ancak mermer tezgahın üzerinde soğurken çıkardığı inanılmazdı. Yaklaşım yarım saat sonra altın dokunulabilecek kadar soğumuştu. Bu arada Alen, çocuk odasında hummalı bir çalışma içindeydi. Önce dairenin su vanasını kapamış, ardından nalburdan aldığı alet edevatlardan biri olan demir testeresiyle tesisat borusundan kol kadar bir parçayı kesip çıkarmıştı. Bu iş onu kan ter içinde bırakmıştı. Duvardan söküp çıkardığı bakır tesisat borusuyla mutfağa döndüğünde altında dokunulabilecek kadar soğumuştu. Hamur kıvamındaki yarı soğumuş altını bir oklava yardımıyla dikkatle rulo yaptı. Biraz uğraşın ardından, altın rulosunu bakır tesisat borunun içine tıkıştırmıştı işte.
Sonunda, ağır boruyu mutfak masasının üzerine bırakıp, kendisi de bir sandalyeye çöktü. Dışarıya kulak kabarttı. Ara sıra göstericiler önde polisler arkalarında, cumhuriyet caddesinden gürültülü bir kalabalığın koşuşturması duyuluyordu. Koşuşturmaca ve stres onu yormuştu ancak işin önemli bölümünü de bitirmişti. Şimdi oturma zamanı değildi. Masadan kalkıp bakır boruyu alarak ufak odaya geçti. İki adet iri bağlantı somunu yardımıyla boruyu yeniden duvarın içindeki yerine yerleştirdi. Sonra banyoya gidip leğeni getirdi. Nalburdan aldığı üçer kiloluk ince kum ve toz çimentoyu suyla birlikte leğende karıştırıp sıva harcını hazırladı. Malayla duvarın kırdığı yerine bir güzel sıvadı. İş tamamdı. Bir süre sıvanın kurumasını beklemesi gerekiyordu. Saatin kaça geldiğini bilmiyordu ama ortalık gitgide sessizleşiyordu ki bu da vaktin bayağı geç olduğu anlamına geliyordu.
Alen, dinlenemeyecek kadar heyecanlıydı, bu yüzden sıvanın kurumasını boş boş oturup beklemektense ortalığı toplayıp temizlemeye karar verdi. Karısı evin halini görse kim bilir ne derdi? Birden elinde çimento artıklı leğenle koridorda durdu. Karısı ve çocukları ne yapıyordu şimdi acaba? Muhtemelen onlar da kendisini düşünüyorlardı. Silkindi. “Neyse!” diye düşündü. Nasıl olsa çok yakında onlara kavuşacaktı. Karısına dahiyane planını anlatınca tepkisi ne olacaktı acaba? Böylece Alen evi sessizce temizleyip toparlamaya odaklandı. Bir ara fırsatını bulup salondaki suvar saatine baktığında şaşkınlıkla saatin gece yarısı 2’yi geçtiğini gördü. Demek o kadar zamandır çalışıyordu ha! Çocuk odasına geçip sıvaya elini yavaşça dokundurdu. Elbette daha kurumamıştı. Yatıp uyumayı ve boyayı da ertesi güne bırakmayı düşündü. Neden sonra bundan vazgeçti. Biran önce bitirmek istiyordu işi. Ancak o zaman içi rahat edecekti. Boya kutusunu ve tiner kutusunu açtı. Boyayı tinerle inceltti. Duvarı bir kat boyadı. Odanın içindeki kanepeye oturdu. Boyanın duvara iyice sinmesi için biraz beklemeye karar verdi. Yumuşak kanepe bir anda yorgunluğunu hatırlatıvermişti. Ama henüz uyuyamazdı. En azından bir kat daha boyamalıydı duvarı. Ama daha değil. Boya az daha sinmeliydi duvara. Alen gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu artık. Kanepeye uzanmayacaktı, uzanırsa uyuyup kalırdı çünkü. Sadece hafifçe, hemen kalkmak üzere kanepenin yan kısmına yaslandı. Biraz daha bekleyip ikinci katı da atınca işi bitecekti. Ondan sonra yatak odasına gidip karısıyla paylaştığı rahat yatağına yatardı. Az daha beklemesi gerekiyordu. Boya duvarın içine sinip az da kuruyana dek. Az daha beklese yeterdi. Birazcık daha…
Bir hafta sonra komşuları dayanılmaz koku yüzünden artık bekleyemeyecek duruma gelince polis çağırdılar. Apartman yönetici, polis memuru, çilingir, kapıcı, birkaç da komşu burunlarını tutup içeri girdiler. Alen’in şişmiş, morarmış bedeni kanepede gözlerini kapattığı andaki konumunda yatıyordu. Çürüyen ölü vücudun üzeri sineklerle kaplıydı. Çürüyen bedenin kokusu, açık kutusundaki boyanın kokusuyla karışıyordu. Tiner kutusu ise elbette boştu. Alen ne olduğunu bile anlayamadan sessizce ve huzur içinde ölmüştü.
Hiç kimse ne olup bittiğini bilememişti. “Zavallı adam! Herhalde odanın duvarlarını boyamak istemiş ancak tinerden dolayı kalp krizi geçirip ölmüş” dedi apartman yöneticisi komşulara. Böylece Alen’in sırrı da o gece o kanepede onunla birlikte ölüm uykusuna dalmıştı.
Nezih sigarasının izmaritini fırlattı. Elleriyle yüzünü ovuşturdu. Çok düşünmüştü… Hem de çok. Ama “o kahrolası altının o kahrolası paslı borunun içinde ne aradığı” sorusunun makul bir cevabını bir türlü bulamamıştı. İçinden bir his hiçbir zaman da bulamayacağını söylüyordu.
Bu işte kar ettiğini düşünmüştü Nezih. Güldü. Belki de bir yerlerde yanlış yapmıştı. Belki de hiçbir yerde yanlış falan yoktu. Belki de sadece kaderin kendisine bahşettiği şans bu kadardı işte.
Belki de bu konuyu kapatmalı ve üzerinde daha fazla düşünmemeliydi. Belki de apartmanın tepesine çıkıp aşağı atmalıydı kendisini. Belki de bir daha kendi işi dışında böyle işlere hiç girmemeliydi.
Belki de bir daha sadece kahrolası faturalarını zamanında ödemeliydi.
KitKat Japonya’da piyasaya sürüldüğünde Japonlar hemen birşey farketti; “Kitto Katsu” Japonlar ya da genel olarak Uzakdoğu toplumları uğur, uğursuzluk, lanet konularında hassaslar. Örneğin “4” sayısı. Herhalde Asya kültüründeki en talihsiz sayı 4 . Okunuşu, “si” şeklindedir ve “ölüm” anlamına gelen “şı”ya benzer. Bunun yanında “8” (hachi) sayısı, zenginlik, servet anlamına gelen Çince sözcüğe benzerliğinden dolayı Asya kültürü’nde en sevilen sayıdır . Pekin Yaz Olimpiyatları’nın açılış tarihini hatırlayan var mı? Söyleyelim; 08.08.08 ’de saat tam 08.08.08 ’de. Bu işin avantajları da yok değil. Örneğin Nestle ’nin KitKat çikolatası’nın Japonya’da en çok tercih edilen çikolatalardan biri olduğunu biliyor muydunuz? Bunun nedeni, çikolatanın isminden dolayı uğur getirdiğine inanılması. KitKat Japonya’da piyasaya sürüldüğünde insanlar hemen birşey farketti. Çikolata’nın ismi “Daima kazan!” anlamına gelen Japonca “Kitto Katsu” sözcüğüne benziyordu. Zamanla öğrenciler arası...
Comments