Skip to main content

Bu Sıcaklar ve Benim Emektar Ford

Günlerden cumartesi. Vakit öğleden sonra ve sıcaklık herhalde cehennemden bir iki derece düşük. Yanımda Gülnur, arabamla çevre yolundan Eyüp'e gidiyoruz. Klima küfül küfül esiyor, müzik dinliyor muhabbet ediyoruz.

Sonra klima duruyor önce. Ne olduğunu anlamaya çalışırken akü uyarı işareti çıkıyor ekranda. Bir yandan araç kullanıyor bir yandan da sorunu anlayıp çözmeye çalışıyorum. Klima durunca, camlarda kapalı olduğundan içerisi ekmek fırınına dönüyor tabi. Gülnur camları açıyor, ben hala sorunu anlamaya çalışıyorum.

Sonra hidrolik direksiyon gidiyor. Bir an, eski bir Ford kamyonunda oturmuş, o kazık gibi direksiyonu kontrol etmeye çalışan geçmiş zaman kamyon şöförleri geliyor aklıma. (Bu arada arabam da Ford). Hidrolik olmayan bir direksiyonun ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlıyorum ve hız kesiyorum.

Zor bela Eyüp'e ulaşıyorum ve Eyüp Sultan'ın hemen yanındaki büyük, açık otopark'a giriyorum. İşte tam bu noktada, şu muhteşem hayatımın en kabus günlerinden birini yaşadığım o günde, ilk güzel olayı yaşıyorum.

Otoparka girerken artık arabanın ön kısmından "tam tam" sesleri gelmeye başlıyor ki bu da yaşadığım o mekanik problemin artık iyice ciddileştiğinin bir işareti. Arabayı parkedip hemen ön kaputu açıyorum. Su haznesindeki su, ocaktaki demlik gibi kaynıyor. Görevlilerden biri gelip şöyle bir bakıyor ve "motor hararet yapmış" diyerek su getirmeye gidiyor. Az sonra elinde büyük bir su kabıyla çıkıp geliyor. Bu arada oranın yöneticilerinden biri de geliyor ve bana hemen aracı çalıştırmamı söylüyor. Hararet yapmış bir araca su takviyesi yapılacaksa motorun çalışır durumda olması gerekiyormuş. Aklıma geliyor ve yolda karşılaştığım diğer aksaklıklardan direksiyon hidroliğinden ve akü uyarı işaretinden söz ediyorum.

Artık etrafımda oranın çalışanı ve yöneticilerinden beş kişi var. Ortak bir ağızdan "motor kayışı" diyorlar ve harakete geçiyorlar. Şimdi kimi kaputu açarken kimi aracı çalıştırıyor, bir diğeri cebinden tamirci bir arkadaşını ararken başka bir tanesi eğilmiş kayışı çekiştiriyor. Evet motor kayışı kopmuş. Bir metrelik siyah, yağlı kayışı çıkarıp bana veriyor söken adam. Telefonda görüşen, olayı arkadaşına anlatmış ve çözümü hatta maliyetini de öğrenmiş durumda. Bir yerden kayış alınacak, bir oto elektrikçisine taktırılacak. 5 kişi tekrar kafa kafaya veriyor ve çevredeki en yakın tamirci ve kayış satıcılarını konuşuyorlar. Kötü haber şu ki; günlerden cumartesi ve o gün öğleden sonra doğru dürüst ne tamirci ne de yedek parçacı açık. Yine de en yakındaki parçacı ve tamircinin bilgilerini almış halde oradan ayrılıyorum.

Otoparkçılar bana o kadar önemli bir iyilik yaptı ki olayın ciddiyeti o sırada çok da önemli gelmiyor bana. Öğlen güneşi altında çıkıp tamirci ve parçacı arıyorum. Ne yazık ki benim araca uygun kayış yok. Tamirciyi buluyorum. Kayış olmayınca onun da yapabileceği birşey yok.

Tamirci beni bir ihtimal kayış bulurum diye Bayrampaşa taraflarında biryere yönlendiriyor. Elimde kopmuş, yağlı kayışla minibüs bekliyorum. Az sonra bir tanesine biniyorum. Şöföre parayı uzatırken adama danışmak geliyor aklıma. Gideceğim yeri ve orada parçacı olup olmadığını belki bilebilir. Belki.

Şoför emin olamasa da birşeyler düşünüyor. O sırada konuşmaya kulak misafiri olan ve şoförün yanında oturan yolcu giriyor lafa. O biliyormuş. Sonra ilk sırada oturan ardından daikinci sırada oturan başka yolcular sohbete dahil oluyor. Az sonra minibüste benim Ford parçacımın tam yeri ve oraya nasıl gidebileceğim konuşuluyor. Sonunda şöför beni biryerde indiriyor. Herkese "sağolun" deyip bana tarif edildiği şekilde yedek parçacıya gidiyorum. Dev gibi Ford binasını uzaktan görünce Kabe'ye ulaşmış hacı gibi hissediyorum kendimi.

Son yüz metreyi koşar adım katediyorum çünkü saat artık 5'e geliyor. Binaya varınca güvenlik görevlisi karşılıyor beni ve müjdeyi veriyor sırıtarak; Kapandı!

Güneş biraz azalsa da gücüm artık tükenmiş durumda. Heryer kapalı. Ne parçacı var ne tamirci. Gülnur'u arayıp "Geliyorum" diyorum. Kızcağız saatlerdir ses çıkarmadan beni bekliyor. Yapılacak birşey yok. Aracı kilitleyip pazartesiyi bekleyeceğim. Sırtımdaki t-shirt en az 3 defa üzerimde ıslanıp üzerimde kurumuş. Bu arada Gülnur'u alıp Acıbadem'e bırakmanın da bir yolunu bulmam lazım. Yorulmuş, bezmiş bir halde öylesine yürüyorum. Dua ediyorum. Olayı üst merciye intikal ettirmenin dışında yapılacak birşey yok.

Arabayı bıraktığım tamirciye doğru yürürken bir tamirci daha görüyorum bir kenarda. "Yeter" diyorum içimden. Kaç kişiye sordum, yanıt hep aynı işte. İçimden bir ses "Neden olmasın?" diyor. "Hadi buna da soruver, bu da son olsun" diyor. Ayaklarım dükkana götürüyor. Çıraklar yerleri yıkayıp kapamaya hazırlıyorlar. Dükkanın dibindeki bir masanın başında genç biri oturuyor.

Selam verip elimdeki kopmuş kayışı göstererek durumu anlatıyorum; gün içinde kimbilir kaç kez yaptığım gibi. Adam kalkıyor ve duvarda asılı duran çıkma kayışlara bakıyor. "Abi biri uyarsa al götür, idareten taktırırsın" diyor. İçimde bir umut beliriyor. Ancak elindeki kayışların hiçbiri bana uygun çıkmıyor. Hayal kırıklığı.
"Bir saniye abi" diyor. Tek işi kayış satmak olan bir arkadaşım var diyor ve cepten onu arıyor. "Tabi kapatmadıysa" diye ekliyor. Yeniden umut.

Telefon çalıyor, çalıyor ve... açıyor karşı taraf. Kesin kapattı diye düşünüyorum. Sonra da kızıyorum kendime negatife odaklanıyorum diye. Dükkan hala açık. Sürpiz tamircim telefonda durumu anlatıyor karşı tarafa. Karşı taraftan olumlu yanıt geliyor. Elinde benim arabaya uygun kayış var.

"Gel abi" diyor ve beni arabasına bindirip yola düşüyoruz. Tam herşey bitti derken yeni bir umut ışığı bu. Taa Bakırköy'e geliyoruz. Parçacıdan 25 TL verip kayışı alıyoruz ve geri dönüyoruz.

"Keşke" diyorum, "Bilseydim ilk başta size gelirdim." Adam "yok" diyip başından savmak yerine bana büyük bir, ne biri, birkaç iyilik yapıyor ya bunun altında kalmak istemiyorum. Ama başka bir tamircide bekliyor aracım ne yapayım?

"Önemli değil abi" diyor. O arkadaşa ayıp olur şimdi, sen oraya git." diyor. "O yapamazsa bana gelirsin." Beni tamircinin önünde bırakıyor. Ancak o da ne? Tamirci dükkanda değil. "Başka bir yere tamire gitti" diyor çırağı. Bu arada beni oraya bırakan kurtarıcım ileriden U dönüşü yapmış, karşı şeritten önümüzden geçip dükkanına dönmeye hazırlanıyor. Tam önümüzden geçerken el sallayıp dikkatini çekiyorum ve "Geliyorum" diyorum.

Akşama dek deli tavuk gibi dönüp dolaşıp ona yaptırmak nasipmiş benim arabayı. Sonunda arabaya kayışı taktırıyorum ve sorun çözülüyor. Gülnur'u almaya giderken bir yandan gün boyu yaşadığım sıkıntıları bir yandan da bana yardımcı olan o kadar insanı, yaşadığım mucize gibi olayları düşünüyorum. Sanırım gerçekten şanslıyım.

Comments

Ender Baran said…
Büyük geçmişler olsun sayın Akçiçek. Bağaja bir yenisini koymuşsunuzdur umarım. Nişan günü için umarım emektar Ford'un planladığı bir şakası yoktur ve herşey kendi yolunda gelişir. Taze nişanlıları tekrar tebrik ediyorum.
Sevgiler
Emre Savaş said…
çok acayip gerçekten :) benim de var böyle bir kaç anım hatırlat bir ara anlatıyım.

Popular posts from this blog

KitKat Japonya’da Neden Bir Numara?

KitKat Japonya’da piyasaya sürüldüğünde Japonlar hemen birşey farketti; “Kitto Katsu”  Japonlar ya da genel olarak Uzakdoğu toplumları uğur, uğursuzluk, lanet konularında hassaslar. Örneğin “4” sayısı. Herhalde Asya kültüründeki en talihsiz sayı 4 . Okunuşu, “si” şeklindedir ve “ölüm” anlamına gelen “şı”ya benzer. Bunun yanında “8” (hachi) sayısı, zenginlik, servet anlamına gelen Çince sözcüğe benzerliğinden dolayı Asya kültürü’nde en sevilen sayıdır . Pekin Yaz Olimpiyatları’nın açılış tarihini hatırlayan var mı? Söyleyelim; 08.08.08 ’de saat tam 08.08.08 ’de. Bu işin avantajları da yok değil. Örneğin Nestle ’nin KitKat çikolatası’nın Japonya’da en çok tercih edilen çikolatalardan biri olduğunu biliyor muydunuz? Bunun nedeni, çikolatanın isminden dolayı uğur getirdiğine inanılması. KitKat Japonya’da piyasaya sürüldüğünde insanlar hemen birşey farketti. Çikolata’nın ismi “Daima kazan!” anlamına gelen Japonca “Kitto Katsu” sözcüğüne benziyordu. Zamanla öğrenciler arasında,

Nasuh Mahruki Ne Demek?

Nasuh Mahruki’yi herkes az çok tanır; ünlü dağcımız, doğa sporları uzmanı ve AKUT’un kurucusu. Geçen gün İKÜ Önder Öztunalı salonunda bir seminer verdi Mahruki. Semineri İKÜ Etkili İletişim Kulübü oranize etti. Caner, Ecem ve Recep’i kutluyorum, bu kulüp harika iş çıkarıyor. Bunun faydasını ileride görecekler.  Mahruki yeni çıkan kitabını (Kendi Everestinize Tırmanın) da anlattı seminerde, hatta seminerin içeriği de büyük oranda  kitaptandı sanırım. Peki ne anlattı Mahruki? …Şeeey güzel bir soru, çünkü not alsam bile bazı yerlerde anlamakta zorlandım. Mahruki iyi bir dağcı olabilir ama iyi bir anlatıcı olmadığı kesin. Salondaki gençlerin gözlerinin kapanmasını engelleyen yegane şey Mahruki’nin ünü ve sunumunda yer alan dağda bayırda çekilmiş gerçek aktüel görüntülerden oluşan videolardı. Hitabet konusunda çalışması gerek. Şöyle bir etrafıma bakındığımda salonu dolduran gençlerden not tutan kimse göremedim. Herkes sadece izledi. Oysa arada not da alsalar ne güzel olurdu değil mi

Corona En Güzel Nasıl İçilir? - How to Drink Corona?

Corona, bizde pek yaygın tüketilmese de dünya çapında epey hayranı olan bir bira markası. Corona’nın bu kadar sevilen ve ünlü olmasının sebeplerinden biri de içim şekli. Corona is a beer brand that has many fans around the world, although it is not widely consumed in our country. One of the reasons why Corona is so popular and famous is the way I drink. Corona, sıkılıp şişenin ağzından içine tıkılan bir parça limonla içilen; yani böyle bir içme ritüeli olan bir bira. Elbette normal de içebilirsiniz ama Corona’yı Corona yapan onun böyle içiliyor olması.  Corona, a piece of lemon that is squeezed and clicked from the mouth of the bottle; that is, a beer with such a drinking ritual. Of course, you can also drink normally, but that's what makes Corona Corona so. Peki bu ritüel nereden geliyor? Bu, Latin kültürüne özel, biranın tadını güzelleştirdiğine inanılan bir ritüel olup, dünyaya böyle yayılmış olabilir mi? So where does this ritual come from? This is a ritual specia